HOŞÇA KAL KEMAL

      Güneşin altında yürümek çok zordu. Kardeşinin bu kadar ağır olduğunu bilmiyordu. Oysa daha dün teyzesine giderken taşımıştı Sidra’yı. Bir günde bu kadar ağırlaşmış olamazdı. ‘’ Az kaldı’’ diyordu annesi.

      Yaşlı babaanne yürüsün diye annesinin yalan söylediğini düşündü Amar. Kaç saattir hep ‘’az kaldı’’ diyordu ama yol hiç bitmiyordu.

      ‘’Biraz dinlenelim mi anne?’’ dedi. Dayanamıyordu artık.

      ‘’Olmaz’’ dedi anne. Acıyarak bakmıştı.  ‘’Gruptan geri kalamayız. Tehlikeli olur.’’

      Neyse ki onlar uzun insan selinin gerisinde değillerdi. İleride de değillerdi belki ama ‘’ortada olmak iyidir’’ diye düşündü Amar. İyisi mi Sidra biraz yürüsün. Sırtından indirdi kardeşini. Elinden tuttu. Yürüyordu yürümesine ama annesi ve babaannesine bile yetişemiyorlardı.  Anne Bayen hem yük taşıyor hem babaanneyi yürümesi için destekliyordu.

      Ağlamak istiyordu Amar ama ağlayamazdı. Annesine destek olmak zorundaydı. Öyle istemişti babası.

      ‘’Ben cepheye gidiyorum kızım. Bir süre Türkiye’ de kalacaksınız. Korkma amcanlar da var orda. Yeterince paranız var. En kısa sürede ülkemizi kurtaracağız ve geri döneceksiniz.’’ demişti.

      Amar, anlamıyordu bu silahlı insanların Derbasiyah’a nereden geldiklerini, neden geldiklerini, sokaklarda neden savaştıklarını, o güzelim ayakkabı dükkanlarını neden darmadağın ettiklerini… Annesine destek olmak zorundaydı. Bildiği tek şey buydu.

      Öndekiler askerlerin olduğu bir bölgede oturmuşlardı. Onlar da oraya vardılar.  Amar çok mutlu oldu. Biraz daha yürüyecek gücü kalmamıştı çünkü.

      Annesi sırtındaki yükü indirmiş. İçinden dün pişirdiği çörekleri çıkarmıştı. Her birinin eline birer tane verdi. Karınlarını doyurup sularını içtiler. Akşam olmuştu. Çocuklar toprağın üstünde uyuyakaldılar. Annesi iki yedek elbiseyi yastık yapmıştı onlara. Anne Bayen uyuyamazdı. Yükündeki altınları iyi korumalıydı. Onları koruyamaz ise, hiç bilmediği bir ülkede kocası olmadan ne yapardı?

      Amar gözlerini açtığında bir kamyonetin kasasına bindirmeye çalışıyordu tanıdık bir abi. Kasada komşuları da vardı. Türkiye sınırını geçmişlerdi. Bu kamyoneti kiralamışlar ve kalabalık bir grup olarak Ankara’ya doğru yol alıyorlardı. Bir sürü çocuk vardı. Yolculuk keyifli geçti. Amar ve Sidra arkadaşlarıyla oynayıp, bol bol etrafı seyrettiler. Bazen de uyudular. Sonunda Ankara’ya vardılar. Amcasının çocuklarını çok özlemişti Amar. Uzun süredir onları görmemişti.

       Oyun ve sohbete öylesine dalmışlardı ki, günün ne çabuk bittiğine hayret ettiler.

      Derken kendilerine ev tutuldu. Amcalarının hemen bitişiği. Küçük ve eski bir ev. Amcalarının evi de küçüktü. Derbasiyah’ da kendi odası vardı. Burda annesi ve Sidra ile aynı odada kalacaktı. Küçük ve nem kokan bir oda.

      Amcası eve en yakın okula kaydetmişti.  Suriye’de olsaydı üçüncü sınıfa gidecekti.  Türkiye’de birinci sınıfa gidecek. Bu ülkenin dilini bilmediği için birinci sınıfa yazmışlar.

      Okullar açıldığında kuzeni ile sınıfa girip en arka sıraya oturdular. Kuzeni Türkçe öğrenmişti. Büyüklerin gittiği okula gidiyordu. Annesi ilk gün Amar’ı okula götürmesini istediği için, o gün okuluna gitmemişti.

      Sınıftaki çocuklar çok küçüktü. Anneleri ile birlikte oturuyorlardı.  Amar da küçülmek istiyordu. Bu küçük çocukların arasında olmak onu utandırıyordu.

      Öğretmen sınıfa girdi. Bir şeyler konuşuyordu. Anneler de konuşuyordu, çocuklar da. Bir uğultu vardı sadece. Bunlar birbirlerini nasıl anlıyordu? Hiç anlamlı bir sözcük yoktu. Bu dili öğrenmek zorundaydı ama tanıdık hiçbir sözcük yoktu. Nasıl öğrenecekti?

       ‘’ Amar Ali….’’ ile başlayan bir şeyler söyledi öğretmeni. Kuzeni ayağa kalkıp konuştu. Keşke anlayabilseydi. Kendisi hakkında konuşuyorlardı.

     Öğretmen, Amar’ın elini tutup, tahtanın önüne götürdü. Konuşmaya devam ediyordu. Sınıftan ‘’………… Amar!’’ dediler.

      Kuzeni ‘’Sana hoş geldin diyorlar Amar’’ dedi. O da ‘’ Ahlen bik’’diye cevap verdi.

      Zil çaldı. Teneffüs olmuştu. Kuzeni, ‘’Sınıfını ve okulunu tanıdın. Zaten evimiz burdan görünüyor. Okula çok yakın. Okul bitince eve dön.’’ dedi. Amar’ı öptü ve gitti.

      Bir sonraki ders öğretmen çocukları sıraya koyup okulu dolaştırdı. Amar ve Kemal’i en sona koydu. Herkes el ele tutuştu. Kemal de Amar’ın elini tuttu. Sıcacıktı Kemal’in eli. Amar’ın içi ısındı. Kemal Amar’dan kısaydı ama sınıfın en uzun boylu çocuğuydu. O andan sonra Kemal Amar’ın elini sık sık tuttu. Teneffüslerde de onun sırasına gidip, elini tutup dışarı çıkardı. Öğretmen mi böyle bir görev vermişti, yoksa kendiliğinden mi, yapıyordu, Amar bunu bilemedi ama bu durum Amar’a çok iyi geldi.

      Zamanla ‘’ günaydın, iyi günler, otur, sıra sende, oynayalım…’’gibi birçok sözcük öğrenmişti. Ama öğretmenin ve arkadaşlarının ne dediklerini anlamak çok zordu. İşaretlerle anlaşmaya çalışıyorlardı.

      En zoru defter kullanmaktı. Soldan yazmaya başlıyorlardı. Amar’ın buna alışması çok zor oldu.

      O unutmamaya çalışsa da olmuyordu. Sağdan yazmaya alışıktı. Çok ters geliyordu. Soldan yazsa bile, kelimeler ve harfleri düzelttiriyordu öğretmeni. ‘’ramA’’ yı silip ‘’Amar’’ yazdırıyordu.

      ‘’ Neden bazı ülkeler yazılarını tersten yazar anlamak mümkün değil. Çocukların hayatını ne kadar zorlaştırıyorlar.’’ diye düşünüyordu.

      Günler aylar geçiyordu ve Amar Türkçe’yi hızla öğreniyordu. Artık markette, fırında, pazarda… annesine yardım edecek duruma gelmişti.

      Öğretmeni de bu durumdan memnundu. Toplantıya katılan kuzenine, ‘’Amar çok başarılı bir öğrenci’’ demişti.

      Bir gün annesi,  ‘’Eşyalarımızı toplayalım. Çok fazla eşya alamayız yanımıza. Her kes en fazla sırt çantasına sığacak kadar eşya alsın. Yarın sabah yola çıkıyoruz’’ dedi. Gemilerle denizleri geçip,

Avrupa’ya gideceklermiş. Onları götürecek adamlarla anlaşmışlar. Paranın bir kısmını peşin, gerisini Avrupa’ya geçince vereceklermiş. Bunlar konuşuldu.

‘’Amcamlar da gelecek mi?’’ diye sordu Amar.  ‘’Evet’’ dedi anne.

      Amar gitmek istemiyordu. Hani ülkelerine döneceklerdi. Ankara’ya, Önder Mahallesi’ne alışmıştı. Sınıfını, Kemal’i bırakıp gitme düşüncesi onu ağlatacaktı. Ayrıca çok korkuyordu. Daha birkaç ay önce, arkadaşı Aylan ve annesi denizde boğulmuştu. Gidenlerin çoğunun teknesi batıyordu. Sık sık ölenler anlatılıyordu. Asla ve asla bir tekneye binip, denizin üstünde gitmek istemiyordu.

      Annesi ile konuşmalı mıydı? Zavallı anne o kadar üzgündü ki, babası ile uzun süredir konuşamamıştı. Babaanne hastalandığı için onu sık sık hastaneye götürüyordu. Bu pis kokan evi sürekli temizliyordu ama ev yine de pis kokuyordu.

      Konuşmamaya karar verdi. Annesi bir de onun korkularıyla uğraşmamalıydı. Ona destek olmak zorundaydı. Çantasını hazırlarken, Kemal’in ona verdiği kalemi uzun süre aradı. Kaybetmiş olmaktan o kadar çok korktu ki. Neyse ki buldu.

      ‘’ Anne Kemal’i arayıp vedalaşabilir miyim?’’ dedi. Annesi telefonu getirip verdi.

Kemalin annesini aradı. ‘’Kemal ile görüşmek istiyor, ben Amar’’ dedi. Annesi Kemal’İ çağırdı.

Konuşamıyordu. Vedalaşmak için ne söyleyecekti bilmiyordu. ‘’Kemal ben gidiyor’’ diyebildi.

      Kemal, ‘’Nereye?’’

      …

      Ne diyecekti bilemedi Amar. ‘’Ben gidiyor Kemal. Teşekkür ederim. Hoşça kal.’’