ARAKAN’DAN DHAKA’YA

     Uçsuz bucaksız bir denizin üzerindeydik. Nereye gittiğimizi, kaç gün süreceğini, dalga gelirse ne yapacağımızı bilmiyorduk. Tepemizdeki şemsiyenin bizi güneşten ve yağıştan koruyup korumayacağını, dev köpek balıklarının bize saldırıp saldırmayacağını bilmiyorduk.

     Neyse ki dedem tekneyi yiyecek ve içecekle doldurmuştu. Teknemiz de oldukça güzeldi. Arakan’daki en büyük tekne dedemindi. Arkadaşlarım binmekten büyük keyif alırdı. Çünkü sadece bizim teknenin mutfağında küçük de olsa bir buzdolabı vardı. Ayrıca kamarasında oyun oynayabiyorduk, uyuyabiliyorduk, televizyon izleyebiliyorduk. Güneş panelimiz akümüzü şarz etmeye yetiyordu. Uzak denizlerde bazen kanallar çekmiyordu ama kıyıda iken çok sorun yaşamıyorduk.

     Bu çok sevdiğim teknede şimdi korkuyordum. Ablam yola çıktığımızdan beri ağlıyor. Gece dedem ışıkları yakmadan yola çıktı. Karanlıkta oldukça yol aldık.

    Tepemizde ay lamba gibi duruyor. Işığa gerek bile kalmadı.

    ‘’Myanmar kara sularından çıktık dedi dedem.’’ Artık güvendeyiz.

     Nereye gidiyoruz peki?

     Her soruya  ‘’Bakalım.’’ Diye cevap veriyor dedem. Bence o da nereye gittiğimizi bilmiyor.

     Akıllı telefonlar da çekmiyor burda. Dedem elindeki pusulaya bakıp duruyor. ‘’ Cox’s          Bazaar  deniz polisine yakalanmamalıyız. Kutupalang  ya da  Balukhali sığınma kamplarından birine götürürler. Orada insanların karınlarını doyuruyorlar ama yaşam şartları çok kötü.’’ dedi.

     Tekneyi açık denizlere doğru sürüyordu. Güneş çok uzaklarda ışığını bize ulaştırmaya çalışan bir dost gibi, önce doğuyu kızıla boyadı. Ardından kendisi göründü.

     Bengal Körfezi’nin kıyısında yaşıyorduk.  Körfez çok büyük görünüyordu ama suyun sonsuz olduğunu hiç düşünmemiştim.. Sanki dünyada sadece dört kişi kalmıştık.

     Güneşin altında gittik gittik… Şemsiyemiz oldukça büyük olduğundan, altındaki masada rahatça yemek yiyebiliyorduk. Dedem tekneyi durdurup, bizimle yemeğe oturdu.  Uzun bir konuşma yaptı.

     Hint kara sularına yakın taraftan, deniz polisine yakalanmadan, Megna Nehri’ne varmak bizim için en iyisiymiş. Orda yakalansak bile en kötü ihtimalle Tobghi Kasabasına götürülürmüşüz. Kasabada kamp olmadığından bir eve yerleşme şansımız varmış. Zaten para sıkıntımız da yokmuş. Dedem bir torba gösterdi. Dar günler için dolar biriktirmiş. ‘’Dolar her ülkede kullanılan bir paradır’’ dedi.

     Nehir boyunca ilerlemeyi başarırsak sonunda başkent Dhaka’ ya varırız. Dhaka’ya  varmak bizim için en iyisiymiş. Orda akrabalarımız varmış.

     Teknenin kenarına oturup, ayaklarımı sallıyordum. Geçen balık sürülerini seyrediyordum. Ne çok balık var burda. Arakan’da çok fazla balıkçı var. Her gün avlandıklarından balıklar çok azalmıştı bizim kıyılarda.

     Akşama doğru bir fırtına başladı. Sürekli sallanıyorduk. Dalgalar teknenin içini su ile doldurdu. Her şeyimiz ıslandı. Alttaki mutfak eşyalarımız, yiyeceklerimiz, yatağımız, giysilerimiz…

     Deniz çok soğukmuş geceleri. Babaannem ve ablamla biribirimize sokulduk ama bütün gece uyuyamadık. Güneşin doğmasını bekledim saatlerce. Sonunda yavaş yavaş doğuyordu Güneş. Oysa dün ne kadar hızlı doğmuştu. Bu gün de doğmamak için çabalıyordu sanki.

     Ablam ve babaannem ne var ne yok güverteye çıkardılar. Güneşte kurutmaya çalıştılar. Ben de biraz yardım ettim ama en çok da güneşte oturdum. İçimi ısıtana kadar.

     Sonunda kara göründü. Binalar ve diğer teknelere doğru gittik. ‘’Deniz polisi bizi görmedi çok şükür.’’dedi dedem.

     Meghna’ya vardık. Nehirde bir çok küçük tekne vardı. İnsanlar keyifle dolaşıyorlardı. Her iki yakada rengarenk çiçekler, ağaçlar… okuduğum masal kitaplarının resimlerine benziyordu burası.

     Akıntıya karşı gitmek bizi yavaşlatmıştı. Uzun bir yolculuktan sonra dedem birini aradı. ‘’Merhaba  Cafer. Ben Ahmed. Biz polise yakalanmadan Arakan’ dan buraya kadar geldik. Sanırım Dhaka’ya yaklaştık. Bize yardım edebilecek misin?’’ diye sordu. Uzun uzun konuştular.

     Cafer, dedemin kuzeninin çocuğuymuş. Bize konum atacakmış.

     Teknemizi  haritadaki konuma doğru sürüyorduk, yüksek mi yüksek binalar görünmeye başladı. Burası Dhaka’ymış. Bangladeş’in başkenti.

     Yüksek binaları geçip ilerledik. Derken kıyıda güzel mi güzel bir evin önüne doğru gittik. Rıhtımda birileri bize el sallıyordu. ’’ İşte Cafer orda’’ dedi dedem.

     Teknemizi rıhtıma çektik. Dedem önce kendisi indi. Sonra  ‘Gel bakalım Mustafa.’’ dedi ve beni kucaklayarak indirdi.

     Cafer ve dedem kucaklaştı. ‘’ Bu Ömer’’ dedi yanındaki adamı göstererek. ‘’Bangladeşli bir iş adamı. Biz Arakanlı Müslümanlar ‘a yardım etmek için elinden geleni yapıyor. Minnettarız kendisine. Burası da onun yalısı. Tekneniz bir süre burada kalsın. Sonra uygun bir yer bulunca gelip alırız.’’

     Ömer ve ailesi ile vedalaştık. Caferin arabasına binip şehrin dışında bir eve gittik. Caferin genç bir eşi ve iki oğlu vardı. Yıkandık, karnımızı doyurduk. Çocuklar bana yeni oyunlar öğrettiler.

     Bizi çatı katında yatırdılar. Pencereden gökyüzünü seyrettim. Annem yıldızların arasında bana gülümsüyordu. ‘’Terörist ‘’ diye aramışlardı annemi. Annem evimizden gitmişti. Nereye gittiğini bilmiyorduk. Sonra öldürüldüğünü söylediler. Dedem cenazeyi almak için günlerce uğraştı.

     Sonunda köyümüzüm tepesindeki mezarlığa, babamın yanına gömdük. Ben küçükken Myanmar Polisi köyün genç erkeklerini toplayıp götürmüş. Babam da onların arasındaymış. Sonra da  ‘’Kaçarken vuruldular.’’ diye açıklama yapmışlar.

       Dedem ,’’ Oğlumu ve gelinimi burdan gitmeye ikna edemedim ama sizi Myanmar Polisi’ne bırakmayacağım. İnsanların dininden, dilinden, renginden, giyiminden dolayı biribirinden nefret etmediği bir ülkede büyüteceğim sizi. Bunu başaracağım’’ demişti annemi gömdüğümüz gün. Bizi Avrupa’ ya götürecekmiş. Öyle diyor.

     Yıldızların arasındaki anneme baktım. Gülümsüyordu. Mutlu olmuştu buraya geldiğimize. El salladı  ve uzaklardaki  yıldızların arkasına doğru gitti.