SÜMER MASALLARI SERİSİ – 12 –

       FIRAT VE ARKADAŞLARI OKULA BAŞLADI

Bir varmış, bir yokmuş,

Fırat ve arkadaşlarının yapacak işi çokmuş.

Sabah erkenden uyanıp hazırlanmışlar, ve gemide kendileri için hazırlanmış olan okula gitmişler. Küçük bir sınıf, üstü açılıp kapanabilen bir küçük bahçe, kantin, tuvalet, laboratuvar, bilişim odası, sanat odası… Bölümler Niburu’dakilerden küçüktü belki ama dört kişi için geniş bile sayılırlardı.

Çocuklar heyecanla sınıflarına gidip öğretmenlerini beklediler. Okula gitmeyi çok özlemişlerdi. Keşke diğer arkadaşları da olsaydı. Dünya çok ilginç bir yerdi. Keşfedecek çok şey vardı.

Öğretmenleri içeri girdi. Çocuklar sol ellerini, sağ ellerinin üstüne koyup bekledi. Niburu da bu okul Selamlaşmasıydı. Öğretmene saygıyı ve minneti dile getiriyordu.

Öğretmenleri de sol elini sağ elinin üstüne koydu.   Selamlaşmanın bitmesi ancak böyle mümkündü.

Yusuf öğretmen, ‘’Çocuklar uzun süredir, Niburu’dan ayrısınız. Oldukça ilginç şeyler yaşamış olmalısınız. O yüzden bugün sizleri dinlemek istiyorum. Gemi havalandığı andan itibaren, neler yaptınız, neler hissetiniz dinlemek istiyorum.’’ dedi.

Çocuklar uzun uzadıya yaşadıklarını ve hissettiklerini anlattılar.

Öğretmenleri, Royem’in, ‘’ Ailemi ve arkadaşlarımı bir daha göremeyeceğim diye çok korktum. Laluh geminin ses iletim panosunu tamir edemeseydi, kimse nerede olduğumuzu bilemeyecekti. Arkadaşlarım korkmasın diye hiç ağlamadım.’’ şeklindeki konuşmasından çok etkilendi. Ağlayacak gibi oldu.

Derse ara verdiklerinde, büyüklerin yer arabasına bindiklerini gördüler. Gemiden uzaklaşmalarını incelediler. Acaba doğuya mı gidiyorlardı? Dünyalıları görebilecekler miydi?

Onlar da bu geziye katılmak istiyorlardı ama artık gezilere sadece öğretmenlerinin eşliğinde gidebilirlerdi. Elliler geldiğinden beri Laluh’u hiç görememişlerdi. Acaba nerelerdeydi?

Tekrar sınıfa döndüklerinde,Yusuf öğretmenleri yıl boyunca işleyecekleri derslerden bahsetti, Niburu’daki programa ek olarak, ‘’Dünya’yı Tanıyalım’’ diye bir ders işleyeceklerini de söyledi. ‘’Dünya’ da yıl  ve günler çok kısa olduğu için, programımızı hafifleteceğim. Ayrıca iş günü ve tatil sürelerimiz de Niburu’dakinden farklı olacak.’’ dedi.

Diğer dersleri laboratuvarda ve sanat atölyesinde yaptılar. Önce mikroskopta Dünya nın suyunu ve yapraklarını incelediler. Sonra sanat atölyesinde Royem’in lir resitalini dinlediler. Royem çok iyi lir çalıyordu.

Dersler bittiğinde, Fırat, ‘’öğretmenim, geminin dışına çıkıp biraz dolaşabilir miyiz?’’ dedi.

Yusuf öğretmen, ‘’Maalesef çocuklar, bu izni ebeveynlerinizden almanız gerekir. Okul saati bitti.’’ dedi.

Çocuklar, eve gidip yemek yedikten sonra izin alıp buluşmak için anlaştılar ve gemiden ayrıldılar.

Dışarı çıktıklarında güneş batıyordu. Kumlarda top oynadılar. Karıncaları, kertenkeleleri incelediler. İşte yer arabası geliyordu. Acaba neler görmüşlerdi?

Onlarla birlikte gemiye döndüler. Bütün gemi halkı akşam yemeği yemek için, mutfaktaki büyük salonda toplandı.

Yemekler masalara kondu. Herkes yemek yerken,önce yer arabası ile keşfe gidenlerden biri tezgahın önüne geçip açıklama yaptı:

‘’Doğudaki nehir kenarlarında bulunan altın parçacıklarını eleyerek toplayabiliriz. Fakat biz beş kişi bütün gün, yirmi gram altın toplayabildik. Hepimiz gitsek bile, gezegenimizi kurtaracak altını toplamak yıllar sürer. Bu durumda da çok geç kalmış olabiliriz.’’ dedi.

Nehir kenarında bize benzeyen Dünyalılar vardı. Bizi gördüklerinde teleşlandılar, garip sesler çıkardılar ve kayboldular. Akıllı canlılara benziyorlar. İletişim kurdukları da çok açık. Belki de gizlenip bizi incelediler. Ama ilkel bir topluluğa benziyor. Çünkü gelişmiş evleri ve aletleri yok görünürde.’’

Evet onlarda görmüşlerdi Dünyalıları. Keşke bir an önce tanışsalardı. Böylelikle yeni arkadaşlar edineceklerdi. Konuşmacı masasına geçince yeni bir konuşmacı geldi tezgah’ın önüne.

‘’Bildiğiniz gibi biz kuzeye gittik. Laluh daha önce kuzeye gitmemiş. Ne ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden, uçan araba ile gitmeye karar verdik. Yere inmedik fakat, maden tarayıcının verilerine göre, kuzeyde hem nehir kenarlarında hem de yerin altında çok altın var. Gezegenimizi kurtarmaya yetecek kadar fakat yerin altındaki altın derinde. Nehirler çok ve uzun. Bu işi elli kişi ile yapmak mümkün görünmüyor. İstediğimiz miktarda altını çıkarmak yüzyıllar sürebilir. Bize çok işçi lazım.’’ dedi.

Laluh masasında ayağa kalktı; ’’Bir önerim var. Dünyalılara ev yapmayı, şehir kurmayı, tarım yapmayı öğretelim. Getirdiğimiz evcil hayvanları çoğaltıp, hayvansal besinler elde etsinler. Hastanelerimizden faydalansınlar. Kanal yapmayı, baraj yapmayı öğretelim. Onlar da karşılığında bizim için altın çıkarsınlar.’’ dedi.

Bir anda ortalık sus pus oldu. Fırat’ın babası Enlil, ‘’Yediler Meclisi’nin onayı olmadan böyle bir şey yapamayız. Bu gezegende altın çıkarma işinden başka, hiç bir canlıya ya da cansıza dokunamayız. Gezegene müdahale etmek, burdaki canlı türlerinin yaşam biçimini değiştirmek , yasalarımıza göre suçtur.’’ dedi.

Fırat’ın babası ve annesi batıya gidenler arasındaydı. Onlar birlikte tezgahın önüne geçip, gördüklerini, bulduklarını anlattılar.

Uzun fikir alışverişlerden sonra, gemi halkı kuzeye yerleşmeye karar verdi. Akdeniz, Kızıldeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi’ ne çokça nehir dökülüyordu. Üstelik yer altındaki altın da Kuzey ve Orta Afrika’da daha fazlaydı. Bu nedenle bir an önce Fırat ve Dicle nehirlerinin bulunduğu bölgeye yerleşmelilerdi. Niburu’dan yiyecek takviyesi istememek için getirdikleri tohumları ekmeye başlamaları gerekiyordu. Koyun ve keçileri için ağıllar yapmalıydılar. Geminin içi kokmaya başlamıştı.

Çocuklar birlikte uyumak için, ebeveynlerinden izin istediler. Onların konuşacak çok konusu vardı. Birlikte, Bulut’un odasına gittiler. Dünya’nın ayını ve yıldızlarını izleyerek sohbet ettiler.

Gökten Laluh’un gemisi indiğinden beri, Dünyalılar gizleniyordu. Bu kocaman metalden uçan evlerden çok korkmuşlardı. İçlerinden küçük evler çıkıyor,bazısı uçuyor, bazısı yürüyordu. Sonra içlerinden bu beyaz insanlar çıkıyordu.

Bu gece, bir grup Dünyalı karanlıkta, geminin penceresinden gökyüzünü inceleyen çocukları görecek kadar yakına gelmişti.

Gökten üç elma düştü. Biri masaldaki çocukların, biri yazarın biri de okuyucunun başına…