ANNEMİN SOFRASI
Saatlerdir yürüyordu. Bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Güneş batmak üzereydi. Öğretmeninin anlattığı gibi, sol kolunu Güneş’in battığı yöne doğru uzattı. Önü kuzey, arkası güney olmalıydı. Güneye doğru ,o kadar çok yürümüştü ki, mahallesi görünmeliydi, ya da şehrin başka bir mahallesi. Ama sanki daha çok ormanın içine girmişti. Daha kalabalıklaşmıştı ağaçlar. Daha karanlık olmuştu orman. Pes etti artık. Yürüyecek gücü kalmamıştı. Babası ile niye kavga etmişti sanki. Oturup biraz kitap okusaydı burada olmayacaktı şimdi. Büyükler neden hoşlanmıyordu bilgisayardan? Anlamak mümkün değildi. Dört yıldır hep aynı konu konuşuluyordu. ‘’Kitap okumalısın!’’ . Ödev yapmak yetmiyordu. Bir de kitap okuması gerekiyordu. Kendileri neden okumuyordu? Madem bu kadar gerekli, sadece kendisi için mi gerekliydi? Yaz tatilinde bile rahat yoktu. Kimseye haber vermeden ormana geldiği için çok pişmandı. Annesi babası nerden bilecekti buraya geldiğini? Kim bilir nerede arıyorlardı? Ne kadar üzülmüşlerdi şimdi. Eve dönmek istiyordu bir an önce. Ama yolu bulamamıştı.
Bu hışırtı da neydi? Hava gittikçe kararıyordu. Kendi evlerinden bakınca orman bu kadar büyük görünmüyordu. Biraz uzaklaşmak istemişti gürültüden, bağırtıdan. Ama ,işte kayboldu. Hışırtı giderek yaklaşıyor gibiydi. Hemen yanındaki ağacın gövdesine tırmandı. Koca gövdeli ağaca nasıl tırmandığına kendi bile şaşırdı. Gövde ile dalların birleştiği yerde, büyükçe bir alan vardı. Geceyi burada geçirebilirdi. Burası aşağıdan daha güvenliydi. Hışırtının geldiği yöne baktı. Bir şey göremedi. Ama ses gelmeye devam ediyordu. Uzun süre sesin geldiği yöne baktı, nefesini tutmaya çalışarak, ta ki ses kesilene kadar.
Ormanın sesi ilginçti. Bir uğultu adeta. Seslerin çoğu kuş seslerine benziyordu Bu ağaç neydi acaba? Gürgen, palamut, köknar… Ne çok orman ağacı adı duymuştu. Hatta Gökser, orman ağaçları ile ilgili bir çalışma yapmıştı. Birçok ağaç fotoğrafı yapıştırmıştı kartona. Altlarına da ağaçların adlarını yazmıştı. Öğretmen bu çalışmayı çok beğenmiş, koridordaki panoya asmıştı. Uzun süre panoda kaldı resimler. Fotoğrafları her geçişinde incelemişti oysa. Gene de bu ağacı tanıyamadı. Ağacın yapraklarından epeyce topladı. Başını koyacak bir yastık oluşturdu. Ayaklarını da karşı dalın gövdesine uzattı. Dinlenmeye karar verdi. Bu karanlıkta yürüyemezdi. Zaten yürüyecek dermanı da kalmamıştı. Dalların arasından gökyüzünü incelemeye başladı. Ne çok yıldız vardı. Şehirde yıldızlar birkaç taneydi. Burada ise sayısız. Çok acıkmış ve susamıştı. Bir an önce uyumak istiyordu. Böylelikle açlığını ve susuzluğunu unuturdu belki.
Annesinin hazırladığı sofralar geldi gözünün önüne. Ne güzel sofralar hazırlardı annesi. Sonra defalarca çağırırdı. Hep yapacak bir işi olurdu Ahmet’in. En çok da bilgisayar oyununu yarım bırakmak istemezdi. Oysa şimdi o sofraya oturmak için neler vermezdi. Pişi kokusu geldi burnuna. Etrafına bakındı. Kapkaranlıktı. Çok korkuyordu. Korkmaktan yorulmuştu. Ama ormanın sesi ve yakarcalar uyutmuyordu. Ağlamak istiyordu hıçkıra hıçkıra. Ama ses çıkaramazdı. Sesinin çıkması bile onu daha çok korkutacaktı. Uzun süre kaşındı durdu. Şimdi inanamıyordu tarhana çorbası, ayran ve keteyi sevmediğine. İnsan nasıl bu kadar bilinçsiz olabiliyordu. Annesi ‘’ Oğlum bir çok çocuk bunları bulamıyor’’ derdi. O da kendi kendine ‘’ İyi ki bulamıyor.’’ diye düşünürdü. Şimdi çok kızdı kendine. Oysa ne güzel kokusu vardı tarhananın. Eve döndüğünde bir daha yemek ayrımı yapmayacağına ve annesi sofraya çağırmadan masaya oturacağına söz verdi kendisine. Acaba annesi bu akşam ne pişirmişti. Karnıyarık pişirmiş olmalıydı. Yanına pilav ve ayran da yapardı. Annesinin bardaklara ayran dolduruşu geldi gözlerinin önüne. O anki bakışı. Bunları düşünürken uyuyakalmıştı.
Gözlerini açtığında gün ışımıştı. Kuş sesleri ortalığı kaplamıştı. Güneş görünmüyordu ama ışığı ve sıcaklığı hissediliyordu. Gece üşümemişti ama her yeri kaşınıyordu ve acıyordu. Ağaçtan aşağı indi. Sağ kolunu Güneş’in doğduğu yöne uzattı. Sol kolunu da ters tarafa. Önü kuzey arkası güney olmalıydı. Orman mahallenin kuzeyinde idi. Güneye doğru gitmeliydi. Dün güneye doğru oldukça çok yürümüştü. Ama şehir görünmemişti. Bir yanlışlık yapıyordu ama ne? Kaç saattir yürüdüğünü bilmiyordu. Ama güneş ağaçların arasından görünüyordu. Bu ses… Bu ses, su sesi olmalıydı. SU… Ne değerli bir içecekmiş. Sese doğru hızlıca gitti. Eveeet, aşağıda küçük bir şelale görünüyordu. Yamaçtan aşağı koşmaya başladı. Birden ayağı kaydı ve yuvarlandı. Doğrulup oturdu. Burnu kanıyordu ve diz kapağı acıyordu. Ağlamak istedi ama suya gitme isteği galip geldi. Birkaç yaprak alıp burnunu sildi. Diz kapağında sıyrıklar oluşmuştu. Topallaya topallaya dereye doğru indi. Yüzükoyun yere yatıp kana kana su içti. Şimdi kendisini daha iyi hissediyordu. Burnunun kanaması azalmıştı. Elini ,yüzünü yıkadı. Ellerini ıslatıp giysilerindeki tozu silkeledi. Bir taşın üstüne oturup biraz dinlendi. Tekrar su içti. Suya doydu.
Derenin ortasındaki taşlara basarak, büyük bir taşın üstüne gitti. Bir süre oturdu. Ayakkabısındaki tozları elleriyle silmeye çalıştı. Etraftaki ağaçları inceledi. Bir meyve ağacı bulmalıydı. O zaman bir şeyler yiyebilirdi. Etrafta hiç meyve ağacı görünmüyordu. Derenin suyu kayalıklardan aşağı şarkı söyler gibi akıyordu. Ağaçların yosun tutan taraflarını gördü. ‘’Kuzey’’ dedi içinden. ‘’Yosunsuz yöne doğru yürümeliyim.’’ diye düşündü. Güneş tam ortadaydı. Suyun kenarında karıncalar habire yiyecek taşıyorlardı yuvalarına. Yenebilecek bir şey miydi acaba? Pek yenebilecek bir şeye benzemiyorlardı. Dere güneydoğuya doğru akıyor gibiydi. Dere boyu yürümeye karar verdi. Belki yiyecek bir şeyler bulurdu. Epeyce yürüdü. Kocaman bir ceviz ağacı gördü. Dalları aşağıya doğru sarkıyordu ve üstü ceviz doluydu. Hemen birkaç tane kopardı ve kırmaya başladı. Yemyeşil bir su sıçratıyorlardı etrafa kırdığı cevizler. Henüz olgunlaşmamışlardı ama tadları güzeldi. Epeyce kırıp yedi. Doymadı ama kendini daha iyi hissediyordu. Parmakları ve avuç içleri kahverengiye boyanmıştı. Keşke yanında bir kitap olsaydı. Bu kadar sıkılmaz ve yalnız hissetmezdi.
Dere kenarına inip kumların üzerine resim çizmeye başladı.’’ Anneciğim, babacığım sizi çok seviyorum .’’ yazdı. Ağlamak istedi . tam o anda karşıdan bir yılanın az ilerdeki küçük gölete akışını gördü. Çok korktu ve koşmaya başladı. Nefes nefese koşuyordu ki ,koştuğu yönden köpek sesleri gelmeye başladı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen yanındaki ağaca tırmandı. Küçük bir ağaçtı ve köpekler ona ulaşabilirdi. Dallara doğru tırmanmak istedi ama dallar inceciklerdi. Her an kırılabilecek gibi duruyorlardı. Köpekler giderek yaklaşıyordu. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Birden bilincini yitirdi ve ağaçtan düştü. Birilerinin ‘’Ahmet , Ahmet ‘’ diye seslendiğini duydu. Başında tanımadığı birileri vardı. En son ağaca tırmandığını hatırladı ve köpek seslerini. Köpekler jandarmaların ellerinde bağlıydı. Bir sedyeye uzatıp taşıdılar. Biraz sonra bir ambülansa koydular. Hemşire hanım koluna iğne batırdı. Serum bağladılar. Bir yandan da sorular soruyorlardı. Neredeydin, geceyi nerede geçirdin? Kısa kısa cevaplar veriyordu. Aklı annesi ve babasındaydı. Onlar neredeydi? Ambülans durdu. Sedye ile indirdiler . Anne ve babasının sesini tanıdı. Hemen yanına koşmuşlardı. Her biri bir elini tutmuştu. Odaya gidene kadar elini bırakmadılar. Yatağa yatırdılar. Kan aldılar. Annesinin gözyaşlarını gördü. ‘’Özür dilerim anneciğim, babacığım, sadece biraz tek başıma dolaşmak istemiştim.’’ dedi. Annesi: ‘’Önemli değil oğlum. Sağ salim bulduk ya seni. Şükürler olsun.’’ dedi.
Ahmet çok pişmandı yaşadıklarından ve yaşattıklarından dolayı. Bir an önce eve gidip annesinin güzel yemeklerinden yemek istiyordu. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı. Ahmet artık; ekmeğin, suyun, kitabın, yumuşak bir yatağın, annesinin hazırladığı sofraların, anne ve baba sevgisinin ne demek olduğunu çok iyi anlamıştı.
Nazlı SOLGUN (Ağustos 2019)